2 Ekim 2011 Pazar

Köşe Yazılarımız

Hazal Kaya'dan Şok Frikik

Köşe Yazıları, Zaman, Zaman Haberleri, Güncel Makale, Güncel Haber, Günlük köşe yazıları, Günlük basın,

Kiminle müzakere?

‘Siyasetle müzakere, terörle mücadele’… Son aylarda Kürt meselesi özelinde söylenmiş en önemli söz.

Ancak mesele şu ki, hükümetin karşısında müzakere yapacak bir siyasal aktör yok. Bırakın siyaseti, muhatap alınacak ‘bir’ PKK bile yok. Zaten şimdilerde yükselen terörün gerisinde de ‘devletin karşısında müzakere masasına kim oturacak’ kavgası yatıyor. Çözüm için PKK’dan bir grupla yapılan müzakerelerin deşifre olmasının bile sorun yaratmadığı ortamda temel sıkıntı bu.

Kiminle konuşacaksınız? PKK’yı kim temsil ediyor değil soru, kim kontrol ediyor? Kontrol edeni bulup onunla anlaşmanız gerek customary şartlarda terörü bitirmek için. Ama o kim? Bilen var mı? Karayılan mı, Bayık mı, Karasu mu? Yoksa TAK mı? Eminim devlet, bugün Öcalan’la bu işi müzakere etme imkânının olmasını tercih ederdi.

Siyasette muhatap ararken gözler tabii ki hemen BDP’ye çevriliyor. BDP, doğru bir kararla Meclis’e dönüyor. Siyaset söz konusu olunca BDP’nin merkezi bir rol oynamasını bekliyor herkes. BDP, bir yandan demokratik açılım sürecinin önünü açabilir, hükümeti bu noktada cesaretlendirebilir, öte yandan da PKK’nın silahsızlandırılması ve mensuplarının ülke sınırları dışına çıkarılması noktasında süreci ‘kolaylaştırıcı bir arabulucu’ olabilir.

Ama biliyoruz ki BDP, ne kendi başına bir aktör ve muhatap ne de böyle bir rol oynamaya talip. Rüşdünü ispat edememiş bir hareket olarak ‘askerî kanat’ın gölgesinde siyasetçilik oynuyor. Siyaseti öncelemediği gibi, çözüm için siyasete de inanmıyor. Kuşkusuz bu niteliğiyle bile Kürt siyasal hareketinin bir parçası, ama etkisiz bir elemanı. BDP çözüm müzakerelerinde bir rol üstlenmediği gibi, mevcut varlığı ve işleviyle de siyaseti kişiliksizleştiriyor.

Önceki günkü açıklamaya da yansıdı; bütün varlığını AK Parti’yle mücadele üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor. Kürt meselesini hakikaten çözmeye çalışan birileri için AK Parti temel çelişki görülüyorsa bu sorundur. BDP gibi bir parti, varlığını Kürt sorununa odaklamış bir partinin yapması gereken iktidar partisiyle varoluşsal bir mücadeleye girmek değil, onu çözüm yolunda bir ‘partner’ yapacak siyaset geliştirmektir.

Başbakan’ın ‘siyasetle müzakere’ açıklamasına rağmen AK Parti’nin uzun süre çözüme ve müzakereye yakın durması beklenmemeli. Bütün bu görüntüler, kontrolsüz şiddet AK Parti hükümetini köşeye sıkıştırıp Kürt meselesine çözüm iradesini rafa kaldırmasıyla sonuçlanabilir.

Hükümet çevrelerinde şöyle bir analiz egemen hale gelebilir zamanla; neredeyse 10 yıldır iktidardayız. Hâlâ bir alternatifimiz yok. Terör de AK Parti’yle gelen bir mesele değil. Toplum yıllardır terörle yaşamaya ‘alışık’. Üstelik AK Parti, Kürtlerin oyunu almaya devam ediyor. Türkiye Kürtlerinin yarısından fazlası AK Parti seçmeni. Kürt siyasal hareketini temsil eden partiler de yıllardır %a distant 5-6 aralığında oy alıyorlar. Şiddet azalsa da artsa da, hükümet soruna çözüm iradesi ortaya koysa da, boşverse de bu tablo değişmiyor, değişmez. Dolayısıyla chance alamaya, elini ateşe uzatmaya ne gerek var?

AK Parti’de bu akıl yürütme baskın hale gelirse çözüm için inisiyatif, yani siyasi riskler almaya girişmez. Eğer statüko herkes için ‘katlanılamaz’ değilse çözüm de gelmez. Taraflar meseleyi ‘katlanılabilir’ ve ‘yönetilebilir’ gördüğü müddetçe değişim adına riske girip çözüm üretmeyi denemezler.

Bugün için hem AK Parti iktidarı hem de BDP-PKK cenahı meseleyi ‘yönetilebilir’ buluyorsa yanılıyor. Her yerde patlayan terör eylemleri, sivillere yönelik saldırılar, öğretmen kaçırmalar halkın şiddeti yürütenler kadar, onu engelleyemeyenlere de tepkisini büyütüyor. PKK’nın şiddet politikası BDP’nin de meşruiyetini zedeliyor. Sivil eylemler, direnişler, tepkiler büyüyor.

Sonuç; Kürt siyasal hareketi barışa hazır ve şiddeti kontrol edebilecek bir muhatap üretmelidir tez elden. Hükümet de bu muhatap bulunsun veya bulunmasın Kürt taleplerine siyaseten karşılık üretmeye devam etmelidir. Siyasal müzakerenin gerçek muhatabı halktır çünkü…

i.dagi@zaman.com.tr

İran’a ne oluyor?

Füze radarı konusunda Türkiye’nin başta ABD olmak üzere NATO müttefiklerine karşı İran’ın haklarını korumak için verdiği mücadeleye şahit olmasam, son günlerde Tahran’dan gelen acımasız suçlamalara ‘acaba’ diyebilirdim. Ancak dış politikayı biraz yakından izleyen herkes gibi İran da biliyor ki, Lizbon’daki son NATO zirvesine giderken Türkiye’yi en çok yoran mesele radarlardı.

Aslında Türkiye’nin kendi savunması için ihtiyaç duyduğu bir füze savunma sistemiydi bu. NATO çerçevesinde bir çözüme memnun olabilirdi. Ama öyle yapmadı. Mesele, NATO’nun yeni stratejik konsepti çerçevesinde ele alınan hususlardan biriydi. Ve Türkiye, müttefikleriyle karşı karşıya gelme pahasına bu konseptte değişiklik yapmak için aylarca müzakere etti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Lizbon’daki bu kritik zirveye gittiğim için konunun detaylarını; Türkiye’nin tezlerini ve çabalarını yakından biliyorum.

Türkiye, her platformda yeni NATO konseptinin, dünyayı ve bölgemizi dost-düşman kamplara bölen bir üslup taşımamasını savunuyordu. Bu yüzden belgede düşman ülke isimlerinin zikredilmesini istemiyordu. İyi ilişkiler kurmaya çalıştığımız İran’ı rahatsız etmemek için Türkiye’nin tek başına bütün ittifaka karşı savunduğu başka noktalar da vardı. Örneğin, radar sisteminin, ABD tarafından değil NATO şemsiyesi çerçevesinde, dolayısıyla kontrolünde Türkiye’nin de söz sahibi olacağı şekilde yapılandırılmasını istiyordu. Elde edilecek verilerin, NATO üyesi olmayan ülkelerle (kastedilen İsrail’di) paylaşılmaması da şartlardan biriydi.

Batı’da AK Parti aleyhine kuşkuları doğrulama riskine rağmen hükümetin verdiği bu mücadele başarılı da oldu. Nitekim füze savunma sistemi, NATO bünyesine alındı. Stratejik belgede, İran’la çok ballı ticaret yapan bazı Avrupalı güçlerin arzularına rağmen İran ismi zikredilmedi.

Sadece radar konusunda değil, İran’ın bütün bölgeyi korku ve gerilime iten, dünya gündemini sürekli meşgul eden nükleer krizde de Türkiye kendini feda edercesine Tahran’a sahip çıktı. Batılı müttefiklerinin yanı sıra Çin ve Rusya gibi sistem karşıtı güçlerin bile Tahran’a arkasını döndüğü bir noktada, Türkiye’nin başlattığı Tahran girişimi bundan başka bir amaç taşımıyordu. Brezilya ile elini taşının altına koyan Türkiye, Tahran’daki uzlaşmaya başbakan düzeyinde sahip çıktı. Hemen ardından Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım öngören oylamada da müttefikleriyle ters düşme pahasına ‘hayır’ oyu kullandı.

Bu çok önemli gerçekler karşısında Türkiye’ye minnettar olması gereken İran’dan bir süredir radar yüzünden tehdit kokan açıklamalar geliyor. Önce İran Dışişleri Bakanı konuştu. Ali Ekber Salihi, füze kalkanı sisteminin Türkiye’ye kurulmasından kaygı duyduklarını belirterek, Ankara’dan kararı yeniden gözden geçirmesini istedi. Salihi’nin bu açıklamayı, Tahran’da ağırladığı Ermeni meslektaşı Edvard Nalbandyan’ın yanında yapması ilginçti. Benzer açıklamadan sonra önceki gün de İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Mohammad Kowsari, kararı “büyük stratejik hata” ve “çifte standart” diye niteledi. Türk Dışişleri’nin, “Radar sisteminin herhangi bir ülkeye karşı değil, savunma amaçlı olduğu ve mekanizmanın bir uyarı sisteminden ibaret olduğu açıklaması” da tepkileri kesmedi.

Evet, İran birkaç asırdır sınırlarımızın değişmediği önemli bir komşumuz. Tarihlerimiz iç içe. Çok büyük bir Türk kökenli nüfusa sahip. Önemli bir enerji tedarik merkezi. İran, Türkiye’nin Asya yolu; Türkiye ise İran’ın Batı’ya açılan kapısı. Çok alandaki rekabete rağmen iyi ilişkiler iki tarafın da çıkarına. Ancak Türkiye’nin İran için yaptıklarını ve bölgede öncüsü olduğu barışçı dili İran’ın ne kadar anlayıp takdir ettiği şüpheli. Örneğin, İran’ın nükleer meselesi gibi Türkiye’nin de Kıbrıs sorunu var. Ama şimdiye kadar bu konuda en küçük bir jest görmedi Türkiye.

Erdoğan, Türkiye’deki Caferilerin Aşure Günü’ne katıldı; Irak’a gittiğinde Sistani’yi ziyaret etti. Ama bu jestlerin İran’daki yüz binlerce Sünni’ye pozitif yansımasına dair pek bir şey duymadık. Büyük açılımlar bir yana, son Ramazan Bayramı’nda önde gelen İran Sünnilerinin Tahran’da bayram namazı kılabilmek için izin almaya çalıştıkları yansıdı medyaya. Ticarî ilişkilerde hedef büyük ama mevcut durum büyük oranda Türkiye aleyhine ve işadamları İran’ın pazarını açma konusunda hep isteksiz olduğu kanaatinde. İslam siyaseti gütmesine rağmen Kafkaslar’daki siyaseti Ermenistan’a daha yakın.

Bunların hepsi olabilir, ülkeler milli çıkarlarını esas alır dış siyasette. Ama Türkiye’nin İran’ın da kaygılarını göze alarak revize ettiği savunma amaçlı bir radar sistemi İran’ı neden bu kadar rahatsız ediyor? Adı üstünde bu bir savunma sistemi. Saldırı düşünceniz yoksa tepki neden? Halbuki asıl İran bölgede son dönemde nükleere ilaveten konvansiyonel silahlar ve özellikle orta/uzun menzilli balistik füze geliştirme konusuna en fazla gayret eden ülke.

En başta Şahap adı verilen uzun menzilli ve hızlı balistik füzeler. Şahaplar da 1-2-3 olarak 3 sınıfta imal ediliyor. Şahap-3B’nin menzili 2 bin-2 bin 500 km civarında ve bu da şüphesiz İran’ın füzeleriyle Türkiye ve Ortadoğu’nun büyük kısmını menzili içine aldığı anlamına geliyor. Türkiye, saldırı amaçlı bu silahlanma çabasına, füze sistemlerine ses çıkarmazken, savunma amaçlı radarlar için İran’ın yeri göğü inletmesi tuhaf değil mi? Keşke İran da Türkiye gibi bölgeyi barış havzasına dönüştürecek bir vizyon sahibi olsa. Ama bunun için Türkiye’de olduğu gibi İran’ın iç siyasetinde de normalleşmeye ihtiyaç var.

a.bilici@zaman.com.tr

Parasını altın hesabında değerlendirenden vergi alınmıyor

Bu yıl hiçbir yatırım aracı altın kadar kazandırmadı.

Bankaların verdiği faiz veya kâr payı, dövizdeki artışlar, Borsa veya diğer yatırım araçlarının hiçbiri altındaki gibi yüksek kazanç garantisi sunmadı. Elinde ufak tefek birikmiş parası olanlar veya gelirlerinden bir kısmını tasarruf etmek isteyenler, eskiden döviz alarak bu paralarını değerlendiriyordu. Ekonomimizde yaşanan istikrar ve güven, Türk Lirası’nı yabancı paralara karşı güçlü bir para birimi haline getirdi. Son birkaç haftadır yaşanan hareketliliği değerlendirme dışı bırakacak olursak döviz alanların reel gelir olarak zarar ettiği zamanlar bile yaşandı. Tasarruf sahipleri, evlenmeyi planlayan gençler veya elinde birikimi olanlar bu paralarını eskiden beri başvurulan yöntemlerden biri olan altın alma yoluna gitti. Altının yatırım aracı olarak rağbet kazanmasının en önemli sebebi, bu değerli madenin istisnai durumlar dışında muhakkak değer kazanmasıdır. İstendiği anda nakde dönüştürülebilmesi yani likit bir yatırım aracı olması da popülerliğini artırıyor. Bu derece revaç gören altın da gösterdiği performansla yatırımcılarını mahcup etmedi. Son zamanlarda rekor üstüne rekor kırdı. Bir yıl önce SIXTY TWO lira olan altının gramı 2011 yılı başında 70 liraya, şimdilerde ise ONE HUNDRED liraya kadar çıktı. Hatta ağustos ayı sonlarında bir gram altının ONE HUNDRED TEN lira sınırına dayandığını müşahede ettik. Diğer açıdan bakacak olursak geçen yıl bu zamanlar yaklaşık ONE HUNDRED liraya alınabilen çeyrek altın 2011 yılı başında 116 liraya, şimdilerde ise 161 liraya alınabiliyor. Ağustosta çeyrek altının A HUNDRED AND EIGHTY lira civarında alındığını da belirteyim. Yukarıdaki rakamlardan da anlaşılacağı üzere altın, son bir yılda yüzde 60 ile EIGHTY arasında prim yapmış. Normalde uzun vadeli yatırım olarak düşünülmesi gereken altın, son bir yılda yatırımcılarına kısa sürede de kazanç sağladı.

Altındaki bu hareketliliği sezen piyasa takipçileri ve tasarruf sahipleri kaynaklarını bu alana kaydırınca bankalar talebe uygun ürünler geliştirdi. Alternatif ürünler olarak altın hesabı ve altın fonu oluşturuldu. Bankalar böylece müşterilerine oturdukları yerden altın alma-satma imkânı sundu. Üstelik bu altınların saklanma problemi, çalınma riski, gramaj hilesi, ayar düşüklüğü ihtimali bulunmuyor. Bunların yanında işçilik ücreti de ödenmiyor. Alıcılar yüksek alım/satım farkı ödemekten, piyasa dengesizliğinden dolayı altını ucuza veya pahalıya almış olma psikolojik durumuna da düşmemiş oluyor.

Altın hesabı bankaların müşterilerine sunduğu bir çeşit vadesiz mevduat hesap çeşidi. Müşteriler bu hesap türünde güvenilir şekilde gram ve santigram bazında altın alıp satabiliyor. Müşteriler ve yatırımcılar bu hesaplara büyük rağbet gösterdi. Aldığım bilgiye göre 10 milyona yakın insan bu hesapları açtırmış durumda. Özellikle büyük miktarda tasarrufu bulunanlar, kısa süreli alış satışlarla kârlarını maksimize etmeye çalışıyor. Bankalar bu hesaplara kimin ne zaman kaç lirayla girdiğini ve ne zaman kaç lirayla çıktığını kayıt altında tutuyor.

Devletler sunacakları ve yerine getirilecek hizmetlerin finansmanını karşılamak üzere vergi toplar. Bizim vergi kanunlarımızda da ana kural olarak bir yıl içerisinde elde edilen gelir ve iratlar vergiye tabi tutulur. Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanların elde ettikleri ve muafiyet/istisna maddeleri gereği vergi dışı bırakılan gelirler dışında tüm kazançlardan vergi alınır. Teknik ve beşeri yetersizlikler sebebiyle tahakkuk ettirilemeyen vergilerin ise five yıllık zamanaşımı süresinde cezalı olarak alınması her zaman ihtimal dâhilindedir. Bu yüzden kayıt dışı faaliyet gösteren ve kazançları üzerinden vergi hesaplanmayan vatandaşlar her zaman için cezalı vergi ödeme riski taşır. Vergi ödemek için elde edilen kazancın ticari, zirai veya serbest meslek faaliyeti sonucu elde edilmesi de şart değil. Eldeki ortaklık payının, gayrimenkulün, faaliyeti durdurulmuş bile olsa işletmenin satılması sonucu elde edilen gelirlerden de vergi alınıyor. Bu gelirlerden sadece istisna kapsamında olanlar vergi dışı kalıyor. Ayrıca tasarruf amacıyla bankalara yatırılan paraların gelirleri, bireysel emeklilik sonucu alınan paralar ve diğer tasarruf araçlarından elde edilen gelirlerden de vergi alınıyor. Bu gelir türlerinde vergi genel olarak kesinti yoluyla alındığı için gelir sahipleri vergi ödediğinin farkına varmayabilir. Bütün bunların yanında altın alım satımında yüksek tutarda kazanç elde edenlerin ise şimdilik herhangi bir vergi ödemediği görülüyor. Hemen her gelir türünün vergilendirildiği, tüm gelir sahiplerinin vergi ödediği bir ülkede kısa sürede bu denli yüksek kazanç elde edenlerin vergi dışı bırakılması düşünülemez. Ben önümüzdeki yıllarda bu alanın da incelenip, kazanç sahiplerinin vergilendirileceğini düşünüyorum.

Ancak bu alanda yapılacak çalışmada elindeki üç beş kuruşu altın hesabına yatıran ve uzun süre altınını nakde çevirmeyen küçük tasarruf sahiplerinin kapsam dışında bırakılması gerekir. Bu bağlamda yapılacak düzenleme veya incelemelerde tıpkı hisse senetlerinde veya gayrimenkullerde olduğu gibi altın hesabını belirli bir süre (mesela 1 veya 2 yıl) bozdurmayan tasarruf sahiplerinin daha sonraki satışlarda elde ettikleri gelirler vergiden istisna edilebilir. Aksi halde tasarruf sahipleri altın hesabından çıkıp, kuyumcudan alacakları altınları yastık altına kaydıracaktır. Bu da hem tasarrufların yatırıma dönüştürülmesini önleyecek hem de bankacılık sektörüne zarar verecektir. Maliyenin bir an önce bu konuya eğilmesinde ve tasarruf sahipleri ile bankaları rahatlatacak düzenlemeler yapmasında fayda var.

ahmet.yavuz@zaman.com.tr

Arıcılıkta da marka olmak şart

Tarım alanındaki gözlemlerime arıcılık sektörüyle devam ediyorum.

Kur’an’da adı geçen az sayıdaki nimetten biri de bal: Zeytin, üzüm, incir, reyhan, soğan, sarımsak, hurma, nar, mercimek, zencefil, bal… Ayette buyuruluyor ki: “…Onların karınlarından renkleri çeşitli bir bal çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için, büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 68-69) Mesaj açık; bal bir mucizedir. Adabına uygun olarak bu mübarek besinlerden bilhassa istifade edilmeli.

Arıcılık Türkiye için çok önemli bir sektör. Türkiye sahip olduğu göz kamaştıran endemik bitki zenginliği ve iklim çeşitliliği ile dünyada bal üretme potansiyeli en yüksek ülkelerden. Dünyada arılı kovan sayısı itibarıyla ikinci, üretiminde dördüncüyüz. Ancak verimlilik açısından her zamanki gibi diplerdeyiz. Kovan başına ortalama üretim çok düşük. İşte bu verimsizlik yüzünden yıllık bal üretimi ancak 60-70 bin ton civarına ulaşıyor. Bal tüketim ortalaması da yine dünya ve Avrupa ortalamasının altında.

Anlayacağınız Türkiye’de bu nimet de külfete döndürülmüş durumda. Balda güven, ‘olmazsa olmaz’ şart. Zira gerçek balı anlamak öyle parmakla, akıtarak, yakarak, koklayarak im-kân-sız. Maalesef Türkiye’nin rafları kalitesiz ve taklit ballarla dolu. 2007′deki bir ‘sahte bal’ furyası sebebiyle dünyaya rezil olduk, sektör korkunç bir darbe aldı. O zaman İstanbul Ticaret Odası’nda (İTO) düzenlenen bir arıcılık seminerini yönetmiştim. Hemen her kesimden paydaş ve uzman orada toplanmıştı. TÜBİTAK, Tarım Bakanlığı, arıcılık dernekleri, başlıca üreticiler… O tartışmaları ve sunumları daha sonra İTO yayınlarından minik bir kitap haline getirdim. Orada duyduklarım sebebiyle Türk arıcılığı adına büyük hayal kırıklıkları yaşadım. Bir kez daha anladım ki, Türkiye’nin sorunu iş namusu, ahlakı, itibar ve kalitedir. Halen de değişmiş değil, böyledir.

Sahteciliğe karşı tek çare, güvenilir bir marka almak. Öyle yol kenarındaki, ‘köyden, organik, hem de ucuzmuş’ türü balı aldığında, büyük ihtimalle glikoz deposu olursun. Uyarması benden, dolapta kristalleşen bal, aslında gerçek bal demek. Bilgisiz halkımız bir kere bunu ‘sahte bal’ göstergesi olarak kafasına kazımış ya, çıkartabilene aşk olsun. Yanlıştan vazgeçmiyor, doğruya dönmüyor.

Esasen son yıllarda birkaç şirket bu kısır döngüyü kırıyor gibi. Örneğin Balparmak gibi az sayıda şirketler dünyada birçok ödül topladı. Zaten bir an evvel güveni tesis edip markalaşanlar kurtulur. Aksi takdirde duyduğum kadarıyla 2013 yılında bal ithalatı serbest bırakılıyor.

Başbakan’ın bu yüksek pace ve stresle nasıl başa çıkıp sağlığını koruduğu merak konusudur ya. Meğer sabahları bir kaşık kestane balını, bir bardak ılık suya katıp, biraz limon sıkıp içermiş. Malum, balda hasat zamanı daha yeni bitti. Ben de taze kestane balı bulmak isteyince yolum kestane diyarı Düzce Prepare Sanayi Bölgesi’ndeki Balarısı şirketine çıktı. Meğer zaten TUSKON ve MÜSİAD üyesi imişler. ‘Sadece bal’ sloganını seçen şirket, böylece sektördeki acıları biliyor ve ‘biz farklıyız’ demeye getiriyor. Şirketin sahibi Salih Ertürk sayesinde kitabi bilgilerimi sahada da güncelledim.

Fabrikadaki hijyeni, laboratuvarları, uzmanları görünce hem güven duydum hem de hakkını verdiğinizde işin meşakkatini fark ettim. Bal zannederek satın aldığımız ürünleri de gösterdiler bana. Yasalardaki boşluktan faydalanıp içinde bal olmayan ‘bal şurubunu’ satıyorlarmış. Bunu da çok incecik yazılarla şişenin en okunmaz yerine yazıp, yasalara ‘uygun’ davranıyorlarmış. Balarısı gibi sağlıklı ürün yapan şirketlerin size, sizin de onların ürünlerine kolayca ulaşma şansınız maalesef pek yok.

Malum, perakende zincirlerinde ‘terör’ esiyor. Ürününü vermezsen satış mecrasının dışında kaldığından ölüyorsun. Verirsen zaten para kazanmayı unut, ‘üstüne masraf’ çıkarıyorlar. Şaka değil, gerçek. Yıllardır AVM-perakende yasası çıkmıyor. Lobiciler ya da vahşi kapitalizm küçük üreticiyi eziyor.

i.ozturk@zaman.com.tr

M’den Erdoğan manzaraları

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle New York’ta yaptığı temaslar, Türkiye’nin uluslararası arenada artan ağırlığını ve Başbakan’ın şahsi profilinin bir dünya lideri olarak yükselişini bir kez daha çarpıcı şekilde tescil etti.

Erdoğan, özgüvenli bir ülkenin kendinden emin lideri olarak, bölgesel ve küresel iddia yüklü mesajlar verdi. Bir eliyle Ortadoğu coğrafyasının nabzını tutarken, diğer eliyle güç ve gelir dağılımının daha adil olduğu yeni bir dünya düzeninin yol haritasını çizdi. BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, hassaten Somali ve Filistin’in ızdıraplarını nazara vererek, eskiyen düzenin çarpıklıklarını cesurca gündeme getirdi. Gelişmişler kulübüne girmesine ramak kalan bir ülke olarak Türkiye, Erdoğan’ın ağzından dünyaya adeta ‘Az daha bekle, imdadına ben yetişiyorum’ diye seslendi.

Erdoğan hükümeti, dünyada nev-i şahsına münhasır bir dış politika ekolü geliştirdi. Üyesi olduğu BM ve NATO gibi uluslararası kurum ve ittifaklarda alabildiğince yapıcı rol oynamaya çalışmakla birlikte, zaman zaman adeta kendini soyutlayarak dost ve müttefiklerini kıyasıya eleştirebiliyor. Fakir ve mazlumun halinden anlayan, dertleriyle dertlenen, yeri gelirse haksızlığa ve yanlışlığa karşı celallenen, ama özünde son derece müşfik, Yeşilçam’ın ‘Hulusi Baba’sı türü bir görüntü veriyor. Başlarda realist güdülerle biraz tökezleseler de Arap Baharı, Erdoğan hükümetinin özünde hep var olan idealist dönüştürücü çizginin daha çok tebellür etmesine vesile oldu.

Hükümetin uluslararası kurumlara yaklaşımına benzer bir ruh hali, ikili ilişkilerine de hakim. Mesela bir yandan ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğinden, Irak petrollerindeki tasarruflarından rahatsız olduğunu ima eden Erdoğan, diğer yandan Amerikalıların Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana belki en önemli askerî-stratejik kazanım olarak gördükleri NATO radarına müsaade edebiliyor. Başbakan, Amerika’nın başını çektiği eski dünya düzenine oklarını saplarken, aynı Amerika yeni kurulan World Terörle Mücadele Forumu’nda kendine eşbaşkan olarak Türkiye’yi seçebiliyor. Ve teröre karşı kullanılmak üzere Kuzey Irak’tan İncirlik’e birkaç insansız hava aracını intikal ettirmeye razı oluyor. Zirveye gelen 200′e yakın dünya liderinin çoğunun görüşmeye can attığı ABD Başkanı Barack Obama, Erdoğan’dan randevu talebinde bulunuyor. Üstelik ‘bir buçuk saatten az’ olmaması ricasıyla…

Siyaset, boşlukları yakalayıp değerlendirme sanatı. Ülke içinde bunu başaran Erdoğan, şimdiyse dünyada gerçekleştirmeye çalışıyor. Ekonomik istikrarsızlıklar, siyasi ve vicdani boşluklarla tökezleyen uluslararası sistemde, Türkiye’ye ‘adil güç’ olarak yeni alanlar açmaya çalışıyor. Lafını esirgememesinin altında muhtemelen bu boşluklardan dolayı kimsenin kolay kolay Türkiye’ye bedel ödetemeyeceğine olan güvenci yatıyor. Nitekim başta ABD olmak üzere eski dünya düzeninin kodamanları Erdoğan’a ve Türkiye’ye ‘dur’ diyebilmek şöyle dursun, işbirliği için can atıyor.

New York’ta, son zamanlarda Erdoğan’ın ve Türkiye’nin yakalamış olduğu bu avantajlı psikolojik atmosferi teyid eden birçok insan manzarasıyla karşılaştım. Mısırlı bir BM güvenlik görevlisi, Erdoğan’a ülkesinde Selahaddin Eyyubi dediklerini söylüyordu. Balkan-Amerikan Dernekleri Federasyonu’nca (FEBA) düzenlenen Liderler Zirvesi’nin çıkışında iki Ukrayna asıllı öğrenci, ‘Türkiye’nin haşmetini gördük.’ diyordu. Zira bölgeden altı başbakanın hazır bulunduğu salonda aralarında Türk olmayan çok sayıda Balkan kökenlinin de bulunduğu 1.500 dolayında üniversiteli genç, Erdoğan’a pop-star muamelesi yapıyordu. SETA konferansının ardından Başbakan’ın yanına gelerek kendini Malcolm X’in arkadaşı olarak tanıtan siyahî bir Amerikalı, ‘Siz bana Malcolm X’i hatırlatıyorsunuz, zira onun gibi mertsiniz.’ diyordu. İtalyan asıllı bir düşünce kuruluşu uzmanı, ‘Şimdi buraya Berlusconi gelmiş olsaydı üç kişiyi bile toplayamazdı. Türkiye, bir Akdeniz gücü olduğunu kabul ettiriyor.’ yorumunu yapıyordu. Daha da ilginci, liberal bir Amerikalı Yahudi, ‘Erdoğan’ın İsrail hakkındaki eleştirileri çok haklı.’ diyordu.

türkiye’nin psikolojik çıtası yükseldi

Peki Erdoğan’a gösterilen yoğun ilgi, Türkiye’nin yükselişe geçmiş olmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa Türkiye’ye artan ilgide Başbakan’ın popülaritesi mi etkili oluyor? Bence ikisi birden. Erdoğan’ın dobralığı, dostları mest ederken düşmanları da artırma ve damarlarına basma riski taşıyor olabilir. Ankara, şüphesiz bu tür olumsuz ihtimallere karşı tedbirlerini almalı, özellikle milli savunmada özgün altyapı hamleleriyle ayağını daha sağlam zemine basmalıdır. Ama şu da bir gerçek ki; Türkiye’nin dünyadaki psikolojik çıtası belki Osmanlı’nın yıkılışından bu yana ilk kez bu denli yükseğe çıktı. Bu başarıda Başbakan Erdoğan’ın ve başta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan olmak üzere, vizyoner danışmanlarının rolü inkâr edilemez.

Yakın zamana kadar uluslararası camiada esamisi okunmayan, itilen, kakılan, hatta aşağılanan Türkiye, bugün bölgesel iddiaya, world ufka sahip güçlü bir ülke haline gelmiştir. Bunda demokratik ortamdan nemalanan milletimizin tarihî müktesebatının sivil toplum faaliyetleriyle vücut buluyor olmasının da etkisi çok büyüktür. Mesela Balkan zirvesinde beş Balkan liderinin Erdoğan’la aynı kareye girmesi, aralarında TUSKON’un da bulunduğu sivil toplum kuruluşlarının katkılarıyla gerçekleşmiştir.

Başbakan Erdoğan’ı New York’ta takip ederken geçirdiğim beş gün, beni devlet-millet el ele bayrağımızı çok daha yükseklere taşıyabileceğimiz noktasında umutlandırdı. Yeter ki küçük ülkelere eziklik, büyüklere ise acziyet duyguları verebilecek bazı davranışlardan kaçınarak yola devam edelim.

a.aslan@zaman.com.tr

PKK isyanı nasıl biter?

Cengiz Çandar’ın TESEV’in desteğiyle hazırladığı, “Dağdan İniş-PKK nasıl silah bırakır?” başlıklı rapor geçen Haziran ayında yayımlandı. Geçtiğimiz günlerde de Uluslararası Kriz Grubu (ICG) aynı konuda, “PKK’nın silahlı mücadelesine son vermek” başlığını taşıyan bir rapor açıkladı. Çandar’ın raporunun soruna “içeriden”, ICG raporunun da “dışarıdan” bir bakış sunduğu söylenebilir.

ICG yaptığı analizler ve önerilerle yeryüzünde çatışmaların son bulmasına hizmet eden bir uluslararası kuruluş. Kar amacı gütmeyen, hükümetlerden bağımsız bir kuruluş olan ICG’nin bütçesi çoğu Batılı 22 devletin ve aynı amaçla çalışan özel vakıfların yaptığı katkılardan oluşuyor. Mütevelli heyet üyeleri arasında BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan, Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari, Almanya dışişleri eski bakanı Joschka Fischer, İsveç başbakan eski yardımcısı Lena Hjelm-Wallen, Hollanda eski başbakanı Wim Kok, İspanya dışişleri eski bakanı Javier Solana, İtalyan senatör Emma Bonino, Pakistan insan hakları savunucusu Esma Cihangir, Açık Toplum Enstitüsü Başkanı George Soros, Kuzey İrlanda barışının mimarı ABD eski senatörü George Mitchell ve Türkiye’den Güler Sabancı bulunuyor. ICG’nin Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili projelerinin direktörlüğünü ise Türkiye üzerine kitaplarıyla tanıdığımız Hugh Pope yapıyor.

Raporun resmi makamlara yönelik başlıca önerileri şunlar: 1) Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve diğer mevzuattan etnik ayrımcılığı ima eden her türlü ifadenin çıkarılması. TMK, TCK ve diğer yasaların değiştirilerek, yalnızca gösteri yapan, konuşan ve yazanların terörist sayılarak orantısız cezalara çarptırılmasına son verilmesi. Eğitimde Türkçe birinci ve resmi dil olarak korunurken, yeterli talebin olduğu okullarda Kürtçe ve diğer anadillerin kullanılmasının yasallaşması. Meclislerinin bu yönde karar vermesi durumunda, belediyelerin Kürtçe ve diğer anadillerde hizmet sunması.

2) Kuzey Irak’taki PKK kamplarının havadan bombalanmasından kaçınılması; karadan harekat halinde, bunun Iraklı ve diğer uluslararası müttefiklerle eşgüdümlü olarak yapılması ve sivillerin vurulmasından mutlak olarak kaçınılması. 3) PKK militanlarını mümkün olduğunca canlı olarak ele geçirmeyi amaçlayan bir yaklaşım benimsenmesi; kapsamlı bir af ve eski militanların topluma kazandırılması için programlar hazırlanması. FOUR) Kürt milliyetçi hareketiyle, özellikle de meclisteki yasal temsilcileriyle diyalog ve uzlaşma sağlanması; yüzde 10′luk seçim barajının indirilmesi. FIVE) Tüm belediyelere eşit muamele yapılması ve mali yardımlardan eşit şekilde yararlanmalarının sağlanması.

ICG’nin Kürt milliyetçi hareketine yönelik başlıca önerileri ise şunlar: 1) PKK’nın saldırılara son vermesi, silahsızlanmaya ve militanlarını topluma geri kazandırmaya hazırlanması, Kuzey Irak’taki üslerini sivil bölgelerden uzak tutması konularında ısrar edilmesi. 2) Kürt milliyetçi partilerinin, yasal yollardan çalışacaklarını kamuoyu önünde taahhüt etmeleri, bağımsız milletvekillerinin meclise girmelerine izin verilmesi. 3) Evrensel haklara ulaşılmasına ve ayrımcı ifadelerin ayıklanmasına hizmet eden reformlara güçlü destek sağlanması. FOUR) Türkiye’nin batısındaki kamuoyunu olumsuz yönde tahrik edecek açıklama ve eylemlerden kaçınılması. FIVE) Demokratik Açılım’ın yeniden başlatılması için AKP ile birlikte çalışılması.

6) Kürtçe yaygın eğitime bir an önce geçilmesinin değil, Kurmançi ve Zazaki lehçelerinin resmen tanınması ve öğretmenlerin bu anadilleri okullarda kullanabilmelerinin savunulması. 7) Yasal Kürt milliyetçi partilerinin devlet yapıları içerisinde çalışarak hareketin bölücü gündeme sahip olduğuna dair izlenimi silmeleri. 8) Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi için çoğunluğun takdirini kazanacak planlar hazırlamaları.

Muhakkak ki ICG raporu, Türkiye’de şiddetin son bulmasına özgürlükçü ve barışçı değerlere bağlı dünyanın verdiği önem ve desteğin bir göstergesi.

s.alpay@zaman.com.tr

Posted by admin / Zaman

Hazal Kaya Podyumda
Damacana Su Bayiliği Alın :
1- 10.000 Damacana Su Bedava
2- 19 litre Damacana Dolumlar 0.59 TL
3- Bedava demirbaş damacana
4- Full Sebil ve Pompa desteği
5- Full reklam masrafları desteği
6- Tabela , cam ve araç giydirme
Damacana Su Fabrikalarımız:
1- Akdamla Su 2- Damak Su 3- Uludağ Su
Su Bayiliği Başvurusu: 0 532 212 07 46

- Veznedar.com Doğal Bitkisel Takviyeler -

-- Çakşır Köklü Süper Karışım
-- Yüksek Cinsel Başarı
-- Erkekte Cinsel Organda Büyüme
-- Yan Etkisi Olmayan Afrodizyak
-- Yanınızda Bulunsun Acil Durumlarda :)
Fiyatı: 119 TL Satın Al

Hazal Kaya Sevgilisiyle71 KIRIKKALE SU32 ISPARTA SU72 BATMAN SU33 MERSİN SU73 ŞIRNAK SU34 İSTANBUL SU74 BARTIN SU35 İZMİR SU75 ARDAHAN SU36 KARS SU76 IĞDIR SU37 KASTAMONU SU77 YALOVA SU38 KAYSERİ SU78 KARABÜK SU39 KIRKLARELİ SU79 KİLİS SU40 KIRŞEHİR SU80 OSMANİYE SU81 DÜZCE SU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder